Mustafa Günen Sergisi Ab ı Ru
Mustafa Günen’le Ekavart Galeri’de, 5- 23 Mayıs tarihleri arasında sergilenen ‘Ab-ı Ru’ adlı resim sergisinin ardından görüştük. Kendisi bize New York, İstanbul, Ankara üçgeninde ilerleyen resim kariyerine dair detayları anlattı.
İlk olarak şunu sormak istiyorum, sergiyi gezerken de ilk aklıma düşen bu oldu. Ankara’da yaşıyorsunuz. Su birikintileri dışında ‘su’ görülemeyen bir şehirde deniz resmetme fikri, hissi nasıl doğdu?
Öyle demeyin.(gülüyoruz karşılıklı) Su var, olmaz olur mu? Ben bir su birikintisi gördüğümde bile onu hemen bir resim kompozisyonuna dönüştürüyorum hayalimde. International Art Magazine’de de yayınlandı. Bir resmim vardı, hikayesini onlara anlattım. Kolorado Kanyonu… Bu kanyonun kayalıkları altına ben bir deniz resmettim. Gerçi kayalıklar deniz kayalıklarına benzemiyor ama ben kayalıklara düşen ışığı çok beğendim ve resim de çok beğenildi. Ankara’da da öyledir. Yüksek binaların arasından giderken ışığın güzel düştüğü bir yer buluveririm. Ben o anda orayı deniz görürüm.
Nasıl yaşıyorsunuz o halde Ankara’da? Ben suyu çok seviyorum ve Ankara’da yapamıyorum örneğin.
Tamam, katılıyorum. Benim bir takım zorunluluklarım var, o nedenle… Benim Ankara’da anne-babam var, eşimin alesi de. Onların tek dayanakları biz olduğumuz için… Mesela ben geçen yıl, iki ay kadar New York’ta kaldım. Annem iki ay boyunca ağlamış.
Aman…
Bir şey yapamıyorsunuz. Onları da fazla üzmeden ve kendinizi özletmeden sık seyahat ederek sorunu çözmeye çalışıyorum. Sık sık deniz görmeye kıyı şehirlerine gidiyorum, açık deniz yarışlarını falan izliyorum, denizle ilgili belgesellerin dvd’lerini topluyorum.
Evet…
Özetle, deniz görmeden olmaz. Ancak hiçbir kompozisyonumun dünyanın hiçbir yerinde bir mekanı yok. Buna da özellikle dikkat ediyorum.Gördüğü rengi, boya kararak en çabuk bulacak sayılı ressamlardan biriyim’
Anlıyorum.
Esinleniyorum sadece. Gördüğüm manzarada beğenmediğim bölümleri atıyorum ya da şurada şu olsun deyip eklemeler yapıyorum. Marmaris resimlerim vardır, hep geri planıyla ilgilenmişimdir Marmaris’in, ama şu taraflara bir çam ağacı koysak diyorum ve eklemeler yapıyorum. Kumsalını ona göre yapıyorum.
Biraz da güzel olanı öne çıkarma çabası…
Evet, evet. Bizim gayemiz o, bizler fotoğrafçı değiliz.
Kaç yıldır ressamlık yapıyorsunuz?
36-37 yıldır resim yapıyorum ama yaklaşık 15 yıldır bu işle profesyonel anlamda uğraşıyorum. Benim Ankara’da mobilya atölyelerim vardı ve ancak eşe dosta bir şeyler çizebiliyordum. Mobilya boyaları ile çalışıyordum zaten. Benim ailem bu konuya biraz mesafelidir, dine yatkındır. Benim resim yapmam yasaktı ve haklı olarak geçim endişesi de vardı. İşte ben o nedenle uzun bir süre mobilya üzerine resim yaptım. Mobilya üzerine de selülozik boya dışında bir şey süremezdiniz o zamanlar. O da on dakika geçmeden donar.
Ben beş renk kullanıyorum. Sarı, kırmızı, beyaz, mavi, siyah… Başlangıçta parasızlıktandı. Zamanla benim için bir avantaja dönüştü. Mobilya boyarken bu güçlükler nedeniyle ben aynı boyadan defalarca karmak zorunda kaldım. Bu durum zamanla bana çok ciddi bir renk hakimiyeti getirdi. Kafasındaki ya da herhangi bir nesne üzerindeki rengi, boya kararak en çabuk bulacak sayılı ressamlardan biriyimdir.
Dikkat edin dijital baskı olabilir bu resimler!’
Benim resimlerime dikkatli bakın, baskı gibidir. Bir yapılmış olmamış bir daha bir daha… Bunu göremezsiniz. Hareketli görüntülerim de vardır, onları da merak edenlere veriyorum. 2000 yılında İstanbul’da bir Fransız ressam ‘Dünyanın hiçbir yerinde bir ressam yağlıboya ile ışığı bu şekilde veremez, dikkat edin dijital baskı olabilir bu adamın resimleri’ dedi. Ben bunun sıkıntısını üç sene çektim. Tüyap’ta bir sergi açtım, benzer şeyler söylendi. Adam geliyor bakıyor ve öylesine bir yorumda bulunuyor.
Ben -kibir yapıyorum sanılmasın ama dışardan gelen yorumlar da bu yönde, sanatsal realite açısından söylüyorum- ışığı en iyi kullanan sayılı ressamlardanım. Zorluğu da şurada bulgur tanesinin yarısı kadar renkleri kararak yapıyorum ben bu resimleri. Mutfakta yemek yapmaya benzetiyorum kendi işimi. Hatta bu sergimin adı ‘Bu resimleri ben yaptım’ olacaktı ama Christy’s’den sonra böyle bir çaba içine girmeyi anlamsız buldum. Bir de ben Türkiye’ye oynamıyorum zaten, o nedenle kanıtlama gereği de duymadım.
Yurtdışı…
Elbette… Yazıştığım bir kaç galeri var. Burada biraz para kazandıktan sonra oralara gidip saha çalışmaları yapıyorum. Christie’s’in bana o anlamda çok yararı oldu. Çünkü yurtdışında iş yapmanın Türkiye’den gidiyorsanız handikapları çok… New York’ta müzelerin açtığı bağımsız bir resim yarışmasına katılmıştım.
Nasıl oldu? Nasıl kabul edildiniz?
Halka ilişkilerimi de kendim yapıyorum. İngilizce’ye çok daha hakim bir kayınbiraderim (Gürdoğar Sarıgül) var, onu tatile gönderiyorum. New York’a on-onbeş gün süren gezilere. Ben yine ona resimleri rulo yapıp verdim. New York’un da iyi bir otelinde kalmasını söyledim, olur da randevu verirlerse gidip de varoşlardan bir yerden telefon vermesin diye. Galerileri gezdi ve resim gösterebildiği bir tane galeri olmadı. Yalnızca bir tek yere adımı yazdırabilmiş ve sonra da dönmesi gerekti. Ama ardından bana e-mailler gelmeye başladı. Orada bir ünlü galerinin sahibi ile o vasıtayla tanıştım ve yazışıyorum. Bana eleştirilerini sunuyor, ben de dikkate almaya çalışıyorum. Biliyorum sergi açmayacak bana ama yine de ondan gelen tepkileri bekliyorum.
Ne yönde eleştiriler sunuyor mesela?
Daha çok kompozisyonlarımı eleştiriyor. ‘Yörende bir yeri resmet’ tarzında şeyler söylüyor. En son Christie’s’deki resmim için ‘çarpıldım’ diye bir yazı yazmıştı. Zaten sonunda bana California’da bir galeri önerdi. Şimdi onlarla iletişime geçmeye çalışıyorum. İlk fırsatta California’da olacağım, çünkü e-mail yoluyla yanıt alamıyorum.
Katalogla mı gidiyorsunuz yoksa resimleri de yanınızda götürüyor musunuz?
Ben Christie’s’de onu yaşadım, katalog kabul etmiyorlar. Çok evvelden ben onlarla yazışıyordum. New York’taki yarışmadan sonra bir mail geldi, doğrusunu söylemek gerekirse müspet yanıt beklemiyordum. Çünkü daha ziyade hayatta olmayan ressamların eserlerini alıyorlar.
Hocam sizin resimlerin aynını çalıştık, bizimkiler arazi parçası gibi oldu’
Deniz resmi dışında başka konular çalıştınız mı?
Ben kış resimleri de yapıyorum. Kar resimlerim de çok başarılıdır benim.
Zaten denizi çok iyi çalışan karı da iyi çalışabilir gibi geliyor bana. Sonuçta kar da suyun bir başka formu…
Renk ve ışık hakimiyeti… Bana bazı mailler geliyor, Hocam sizin resminizin aynını çalıştık, ama bizimkiler arazi parçası gibi oluyor, su gibi olmuyor. Çünkü suyun da bir geometrik balansı var ve o kaçınca su, su gibi olmuyor. New York’taki yarışmaya Hollandalı bir gazeteci geldi. Ayrılırken şunu söyledi, ‘Ben o kadar deniz resmi gördüm dünyanın her yerinde. Ancak bu kadar -geometrik anlamda- mükemmele yakın dalgalar, eğriler görmedim. Bir daha da göreceğimi de sanmam.’ Yarışmanın ardından kabul ettiler, dedim ya, hiç beklemiyordum. Central Park’ta dokuz tur atmışım heyecandan.
Peki kaç resimle katıldınız sergiye?
12 resim gönderdim. O sergide çok hoş tepkiler aldım. Gitmişken bir süre daha kalmaya karar verdim. Müzeleri gezdim, bazılarına resim bırakmak için bir takım girişimlerde bulundum.
Müzayede süreciniz nasıl geçti?
Müzayedede de resimlerin yüzde 90’ının ressamları ölmüştü, çok az sayıda yaşayan ressamın eseri vardı. Çok da az sayıda resim satıldı. Müzayedede sergilenen eserlerin yüzde 76’sı satılmadı. Benimki de satılanların içindeydi, ona çok sevindim. Sergiden sonra bir yazı gönderdiler, ilerleyen müzayedelerde yine yer almamı önerdiler.
Hep sorarım, size de sormak istediğim bir soru var. İzler kitle’nin farkı nedir? İstanbul ve Ankara’da resim izleyicisini analiz eder misiniz?
Ankara’da ve İstanbul’da bu izler kitlenin yaşam ve kültürel alışkanlıkları daha çok fark gösteriyor. Sergide beslenmiyor bu insanlar. Sergiyle yatıp kalkmıyorlar. Bunun eğlencesi var, alışverişi var… vs.. Bu resim takipçileri ciddi anlamda İstanbul’a kaymış durumda. Çünkü bu kitlenin aradığı kültürel ve yaşamsan form da ancak İstanbul’da hayat bulabiliyor. Bir de ben Ankara’da bir şeyler söylersem buradan duyulmaz.
Ama tersi Ankara için geçerlidir.
Evet, ve biliyorum ki burada basına daha kolay ulaşabilirim.
Evet…
Bu bir de bir eğitim meselesi değil. Görme, algılama meselesi… Sanat algılayamıyoruz ki.