Dışavurumcu Sinema (Anlatımcı)
Ekspresyonizm ile canlanan ve 1920- 1930 yılları arasında gelişen Dışavurumcu Sinema fantastik öğelere yönelmesi, şiddet dolu bir evren yaratması ve çılgınca bir şiirsellik taşımasıyla dikkati çeker. Akım, özellikle Almanya’da etkili olur. Anlatımcılığa, 1914-1918 savaşından önce de, aslında tiyatro yönetmeni olan Max Reinhardt’ın filmlerinde, Paul Wegener’in ve Henrik Gallen’in (Praglı Öğrenci, 1913; Golem, 1914) fantastik filmlerinde yer yer rastlanıyordu.
Ama, nihilist dünya görüşü beyazperdeye tam anlamıyla savaş sonrası yıllarında yansıdı. Anlatımcı edebiyat ve resim gibi, anlatımcı sinema da nesnelliğe bütünüyle karşı çıktı ve yalnızca yönetmenin iç dünyasını yansıtmaya çalıştı. Robert Wiene’nin Doktor Kaligari’nin Muayenehanesi (Das Kabinett des Doktor Caligari, 1919); Fritz Lang’ın Üç Işık’ı (1921); Wilhelm Murnau’nun Vampir Nosferatu’su (1922); vb.
Bu filmler aynı akımın içinde yer almalarına karşın çok değişik eğilimleri yansıtır. Bir mimar olan Lang, filmini dekorların kuruluşu üstüne dayandırır. Bir ressam ve ozan olan Murnau ise, vampirin serüvenlerini şaşırtıcı dış uzamlar içinde verir.
Alman anlatımcılığının değişmeyen öğelerinden biri, yapıtın tam merkezinde uğursuz bir yaratığın bulunmasıdır. Çaresi bulunmayan bir yazgının ya da paranoya saplantısının simgesi olan bu yaratığın bunaltıcı varlığı işkence ettiği, ezdiği ya da yok ettiği kişilerin eylemlerine acıklı ve korkunç bir anlam kazandırır.
Nosferatu; Üç Işık’taki ölüm; özellikle de Hitler’in bir ön taslağı gibi görülen Doktor Mabuse (1922, F. Lang) Mumyalar Müzesi (Das Wachsfigurenkabinett; Paul Leni, 1924) ya da Gölge Oyuncusu (Robinson, gibi filmlerde anlatımcı sinema doğrudan doğruya tiyatroya ilişkin özelliklerden yararlandığı görülür. Aydınlatma ve çerçeveleme konusunda çok ileri aşamalara götürülmüş araştırmalar, bir tiyatro uzamı ve bir tiyatro oyunu havası çeşitli sahnelerin doğmasına yol açmıştır.
Dekorun ve oyunun çoğunlukla aşırı derece üsluplaştırılması da, tiyatro anlayışından ve Reinhardt’ın yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Murnau’ysa, Son Adam (Der Letzte Mann) adlı filminde, kameranın olağanüstü bir hareketlilik içinde kullanılarak oyunun kişilerinden biri haline getirilmesi sayesinde bu tiyatro özelliklerinden kurtulmayı başarmıştır.
F. Lang’ın M (1931) filmi ile doruk noktasına ulaşan Alman anlatımcılığının oynadığı rol son önemlidir. Çünkü, cinsellik, sadizm, delilik gibi konular ilk kez anlatımcılık yoluyla beyazperdeye aktarılmış ve sinema, tıpkı yazarın kalemi ressamın fırçası gibi, bir yaratıcının anlatım aracı olabileceğini kanıtlamıştır. Akımın etkilerine Josef von Sternberg, Stroheim, Orson Welles, John Ford, Alfred Hitchcock, Ingmar Bergman gibi önemli film yönetmenlerinde de rastlanır.