Haluk Özden Resim Sergisi Anımsa Anla Aktar
Haluk Özden 17 Şubat 2009’da Maçka Süzer Plaza’nın giriş katında bulunan Ekavart Gallery’de 3 A sergisi ile sanatseverlerle buluştu.
Resim yapmayı oldum olası severdim. İlkokul ve ortaokulda da hep iyi çizdiğimi söylerlerdi fakat liseye geçtikten sonra bu yönüm biraz askıya alındı. Galatasaray Lisesini bitirmek gerçekten çok zordu ve o ağır tempoda okurken resim v.b sanatlara fazla yoğunlaşmak mümkün olmuyordu. Herkes siyaset adamı veya bürokrat olmak üzere eğitilir o yönde bir formasyona tabi tutulurdu Galatasaray’da zaten.
Dolayısıyla o yıllarda yani 70’li yıllara tekabül ediyor bu süreç, mezun olduğumda ben de ne yapacağım, edeceğim diye düşünüyordum ve Fransa’nın Grenoble şehrine ekonomi okumaya gittim. Orada güzel sanatlarla uğraşan arkadaşlarla tanıştım ve ben de yeniden çizmeye başladım.
Onunki ne gerçeküstücü ne tamamen soyut ne geometrik soyut ne de grafik resim. Onun resmi, sergi katalogunun baş yazısını kaleme alan Gülseli İnal’ın da dediği gibi bir Nun Stans yani Şimdi Olma’mak hali. Kontamplasyonizm akımını ortaya atan Özden’in fiziküstü, üst biliş evrenine çıkılan farklı bir sergi. 14 Mart’a kadar vaktiniz var. Öncesinde ressam ve sanatıyla ilgili bir seyire çıkmak isterseniz, Özden’le sergi mekânında yaptığımız sohbeti aşağıda yayınlıyoruz.
Galatasaray Liseli bir öğrenciyken resim yapma, bunu profesyonel hayatınız haline getirme fikri ya da hissi nasıl ve ne zaman oluştu ya da ne zaman ortaya çıkardınız içinizdeki bu cevheri? Ne üzerine çizmeye başladınız?
Daha çok albüm, plak kapakları üzerine çizimlerle uğraşıyorlardı arkadaşlarım. Ben de bunun grafik sanatı olduğunu o zaman öğrendim. Zaten müziğe de ilgim çok olduğundan albüm kapakları üzerine uğraşmak bana çok çekici geldi ve bunun üzerine çalışmaya başladım.
Ve Grenoble’de bir yıl geçirdikten sonra İstanbul’a Mimar Sinan Üniversitesi’ne Grafik okumaya geldiniz.
Fransa’da daha çok kalmak istemedim o zamanlarda ve döndüm; Mimar Sinan’a girdim. Ama o yıllarda yani 70’ler sonu 80 dönemlerinde okul da çok karışıktı, dersler yapılmıyordu. Ben de o dönem daha çok müziğe eğildim.
Hangi tür çalıyordunuz?
Gitar çalıyordum. Rock, caz ve kalsik müzikle ilgileniyordum. Okulda pek çok konser verdik hatta. Daha sonra 82-83 döneminde mezun oldum. Son yılımda yaptığım işlerden ödüller almıştım ve okula daha çok bağlandım bu vesileyle ve yüksek lisans yapıp devam etme kararı aldım.
Ve reklamcılıkla uğraşıyodunuz bir yandan da…
Evet. Grafikten mezun olunca zaten dolayısıyla reklamcılıkla uğraşmak durumunda kalıyorsunuz. Ben bir ajansta çalışmak yerine serbest çalışmayı tercih ettim. Dışarıdan grafik tasarım ve animasyonlar yapıyordum ama bu beni tatmin etmiyordu. Çünkü başkasının siparişi üzerine iş yapmak, o işi ne kadar iyi yapsanız da benim ruhumda birini gerçekten tatmin etmez. Ben, kendi eserimi ortaya çıkarmak ve insanların onu beğenmesini ya da yorumlamasını, kabul etmesini istiyordum.
Ama sanırım hemen de resim yapmaya yani sadece resimle uğraşmaya başlamadınız?
Bunun farkına varmam ve harekete geçmem için epey zaman geçmesi gerekti. 1999 yılında Turkcell’in resim yarışmasına bir iş gönderdim ve orada birincilik elde ettim. Ve artık sadece bunu yapmam gerektiğine o zaman karar verdim.
O zamandan beri sadece tuval üzerine mi çalışıyorsunuz?
Sadece tuval üzerine çalışıyorum. Grafikle hiç ilgim kalmadı. Gerçi resim formasyonundan gelmediğime çok da memnunum çünkü kendi okulumda resim okuyanların kafa karışıklılığının, çok farklı alanlara yöneldiklerinin ve belirli bir yönlendirme altında özgün işler çıkaramadıklarının bizzat şahidi oldum. Sanatsal üretimde biçimlendirme bir yerden sonra sizin özgünlüğünüzü yok ediyor ve özgür üretim de yapamaz hale geliyorsunuz, çünkü biçimlendirmeye mecbur bırakılmış oluyorsunuz artık.
Farklı bir alandan gelmenin özgünleşme üzerinde çok faydası var o halde…
Benim için öyleydi en azından. Mesela okuldayken ben de grafikle çok ilgilenmedim aslında. Mezun oldum okul ortamından uzaklaşınca garfikle uğraştım. (Gülüyor) Ve sonrasında da resme yöneldim. Dolayısıyla üzerimde hiçbir baskı olmadan kendi seçimimle eğildim hepsine de…
Siz bir şeyin dışına çıktıkça ona daha çok odaklanabiliyorsunuz sanırım?
Evet çünkü üzerinizde baskı oluşmamış oluyor. Bütün eğiticiler de çok masum sayılmazlar aslında. Çünkü kendi egolarını öğrencilerinin üzerine dikte etmeye çalışan çok eğitimci var.
Sanırım özellikle sanat eğitiminde, eğitimi veren kişide o sanatsal üretimin içinde olan birer sanatçı oldukları için ego savaşlarına yenik düşebiliyor öğrenciler de…
Zaten ben de hem sanatçı olup hem o eğitim ve sistem içinde bulunabilmeyi anlayamıyorum.
Peki sizin ilk kişisel serginizden bahsedersek; 2001’de açtığınız ilk kişisel serginizin teması neydi? O günden bugüne ne değişti? Ya da bir şey değişti mi sanat perspektifinizde?
Oradaki eserlerim şimdikilere göre figüratif resimlerdi. Kadın bedeni üzerine daha çok çalışmıştım. O işlerimde sürrealizmin etkileri de vardır ama aslında fotorealistikler desem daha doğru olur. Fantastik, sürreal resim içine giren işlerdi.
Sonrasında soyut resme geçişiniz zaman içinde mi oldu aniden mi?
Bir anda geçtim. 2002’nin Temmuz ayında o tarzdaki son resmimi yaptıktan bir hafta sonra bambaşka bir iş çıkardım ortaya. Tamamen soyuta geçtim.
Neydi peki içinizdeki, sizi bu değişime hazırlayan şey?
Bu hissettiğim bir şeydi ve onu yansıtabilmek için resimlerimde dünyasal ögeler kullanmamam gerekiyordu. Çünkü dünyasal ögeleri, objeleri kullandığınız zaman onu izleyenin şuuru o objelerin imgelerine anlamlarına kayıyor. Her neyse işte o: kadın bedeni, ağaç, toprak, bulut v.s. ama bu resmin bana göre olmadığınız gördüm ve bıraktım.
İnandığınız felsefi temelinizin de sizi soyut resme yönlendirdiğini söyleyebilir misiniz? Platon felsefesini kendinize çıkış noktası olarak mı alıyorsunuz?
Soyut, fiziküstü dünyayı anlatmak için dünyevi figürlerden değil insanın içinden çıkardığı başka fiziküstü figürleri ortaya çıkarması gerektiğine inanıyorum. O yüzden benim resimlerimi geometrik soyuta da sokamazsınız. Üçgen, kare şekilleri çok belirgin şekilde yoktur çünkü. Kendime özgü bir takım formlardır bunlar. Benim için birer simge ve semboldür. Dünyayı meydana getiren yaratıcı tassavvurun benim tarafımdan hissedilişinin birer sembolüdür hepsi. Ki buna Platon idealar evreni der. Platinus da bunu geliştirmiştir. En tepeye 1 değerini koyar ve ondan sonra evrensel zeka ve evrensel ruh gelir. Ve bunlar da yaradılış formlarıdır.
Temel 1 noktası yani her şeyin tek bir kaynaktan geldiği inancı…
Herşey bunlardan türer bu felsefeye göre…bunlar bir tür ilahi irade kanunlarıdır aynı zamanda.
Resimlerinizde öne çıkan bazı ögelere değinirsek; örneğin ışık, devinim. Ne dersiniz bunlar için?
Aslında hareketsiz bir hareketlilik var. Bu sergimin katalogunun giriş yazısını yazan Günseli İnal bunu çok iyi yakalamıştır mesela. Zamanın ötesinde olmakla ilgili. Örneğin benim bu konudaki ilk sergimin adı ‘Kinesis’ idi. Aristo’nun bir sözü vardır: ‘Devinmeyen, Devindirici’ der. Kendisi devinmeyen ama devindiren; tekerleğin ortasındaki mil gibi…Aslında o mil harekete katılmaz ama bütün o hareket, tezahür onun varlığı sayesindedir. O sergim, işte bu felsefenin etkisinde çıkmıştı ama tabiiki o etki şimdi de devam ediyor.
Siz içinizdeki bu hissi resim sanatını bir araç olarak kullanarak açığa çıkarıyorsunuz?
Tabii. İşte buna ben resimde ‘Kontamplasyonizm’ adını verdim.
Bu sizin ortaya çıkardığınız bir kavram değil mi?
Ortaya ben attım ama bu kelime yani ‘Kontamplasyon’ fransızca ve ingilizcede olan bir kelime; iç alemine dönmek anlamına geliyor. Aslında temaşa etmek deniyor türkçede de ama temaşacılık demek istemedim. Çok istemeden de olsa yabancı bir kelimeyi dönüştürmek durumunda kaldım. Kontamplasyon kelimesi, iç alemini izleme anlamını çok net ve direk veren bir kelime çünkü. Yalnız bu dünyevi hislerin izlenmesiyle ilgili bir şey değil; üzülmek, sinirlenmek v.s gibi… Bu, her insanın özünde olan, yüce yaratıcıya ait o kaynağın izlenmesiyle ilgili bir süreç.
Peki siz işlerinizi ortaya çıkarmadan önce, kendi içinizde çıktığınız yolculuk nasıl başlıyor ve o süreç nasıl devam ediyor?
Bu resimlerin hiçbiri soyut dışavurumcu işler değil. Her biri çok ince hesaplanarak, planlanarak yapılıyor. Ama tabii önce form benliğimde oluşuyor ve onun nasıl en iyi şekilde yansıyacağının kararını veriyorum. Fizikötesi bir etki süreci bu. Her yaptığım resim de yaptığım anın gerçekliğini taşır. 20 gün sonra yaptığım başka bir iş 20 gün öncesinde yaptığımla aynı olamaz. Ama tabiiki beslendiğim kaynak aynıdır, o değişmez. Sadece her biri, birbirinden ufak nüanslarla ayrılan değişik formlarla ifade ediyorlar kendilerini.
Resimlerinizde, bunu sergilerinizle ilgili çıkmış yazılarda da çok sık görüyoruz, ‘an’ kavramı üzerine de gittiğinizi görüyoruz…
Oradaki ‘an’ kavramı aslında zamandizinsel değil entelektüaliteyle ilgili bir şey. İnsanın üstbiliş hali, yaradılışla, özle ilgili bir idraktir bu aslında, dünyevi konularla ilgili değildir. ‘An’lık odur zaten entelejensiya oradan türer.
Gelelim son serginiz, ‘3 A’ya…
Anımsa, Anla ve Aktar! Anımsa: kayıp ruhumuzun anımsanmasıdır. Şu an bulunduğumuz kimlik ve yaptıklarımızın ötesinde olan bizi, kendimizi anımsamaktır; Anla: anımsadığınız şeyi idrak etme hali olan ikinci adımdır ve üçüncü adım da aktarmaktır, diğer varlıklara bunu haberdar etmek için. Bunu da kimsi edebiyat yaparak, kimisi müzik yaparak kimisi de benim gibi resim yaparak aktarır. Önemli olan özde uyandırıcı bir etkinin bunu idrak edenler tarafından bir ışık gibi ortaya konabilmesidir.
Rüyalarınızdan yansıttığınız şeyler var mı resimlerinizde?
Rüyalar da yine gerçekliğe ilişkinlerdir. Burada yaşadığınız ya da etki eden şeylerin yansımasıdırlar. Ben soyut dışavurum yapmam. Bu rüya üstü bir anlayış. Metapsişik diyebiliriz buna çünkü psişiklik bedene bağlı ruhtur metafizik ise onun da üzerindedir yani bedene bağlı psişiklik üzerinin farkında olma halidir bu.
Peki siz bu konularla ne zaman tanıştınız ve hayatınız, yaşam biçiminiz içine nasıl girdi?
Metafizik edebiyat okuyarak aslında. Erich von Daniken’in Tanrıların Arabaları v.s gibi kitaplarını okuduktan ve etkilendikten sonra bu konunun üzerine giderek oldu. Ruhsal, teozofik bilgilerle beslenince karşıma pek çok felsefe ve isim çıktı. Tabii bu bilgi dağarcığını taçlandıran Platinus oldu çünkü onun hepsinin üzerinde olduğunu gördüm. Aslında hepsinin ötesinde Antik Mısır var. Ve çok tanrılı dinlerin özünde de tek tanrı anlayışı vardır.
Peki bütün bu fiziküstü dünyaüstü felsefe ve bu felsefeyi doğrudan yaşam ifadeniz olan resme aktarımınız sizin günlük yaşamınızı nasıl etkiliyor? Haluk Özden günlük yaşantısında nasıldır?
Aslında oldukça sıradan biriyim. Benim için ne giydiğim ne yediğim çok önemli değildir, basit yaşarım. Ama işimde mükemmelliyetçiyimdir. En iyisini yapmaya çalışırım hep. Ürettiğim herşeyin başından sonuna kadar en ince ayrıntısına kadar sorumluluğunu ve iş yükünü üzerime alırım.
Yani bir işiniz üzerine saatlerce çalıştıktan sonra sokağa çıktığınızda hemen dışarı adapte olabilir misiniz? Kolayca sıyrılır mısınız üretim anındaki ruh halinizden?
Hemen sıyrılırım. Benim için zor değildir bu. Bunun etkisiyle yaşamıyorum zaten. Genel hayatımda müzik yapan, rock dinleyen, tv seyreden biriyimdir. ( Gülüyor) Bu konuya merak saldığım dönem zaten dünyada bu konulara yani bilinmeyene olan merakın kaşındığı, bilinmeyen arkeoloji çalışmalarının hızlandırıldığı dönemlerdi. O dönemin rock plaklarının da teması hep bunlar üzerineydi. Uzay, ufolar, gezegenler v.s.
İşlerinizde manadan gelen bir dönemin etkileri açıkça görülüyor. Yani kesin olarak sözünüz ortada…
Sanatta zihin karışıklığına karşıyım. Sanatçının tuval vasıtasıyla kendi ruh çalkantılarını boşaltmasına karşıyım. Sanatçının asli vazifesi içinde yaşadığı topluma yüce değerleri aktarmaktır.
Plastik sanatlar alanının içinde klasik araçların kullanımının aşıldığı özellikle video enstalasyonlarla aktarılan işler yoğunluk kazandı. Bu tür işler üzerine neler söylemek istersiniz?
Bu akım bize dışarıdan geldi tabii. Bizde plastik sanatlar doyulmamış bir alandır ama dışarıda bunun geçmişi çok uzun ve doyum onları farklı araçlara yönlendirdi. Video enstalasyonlar, yerleştirmeler, kavramsal sanat v.s ama yine de bence insanın elinden çıkan bir tuvalle, onun dijital çıktısının izleyicide uyandırdığı etki asla eşit derecede olamaz. Çünkü ressam tuvalde çalışırken kendi aurasından yayılan enerjiyi tuvali emer ve hapseder sonucunda da o izleyiciye mutlaka yansır.
Dolayısıyla etki kaçınılmazdır o halde…
Özellikle soyut resmin etkisi büyük ve şiddetlidir ama bir o kadar tehlikelidir de çünkü eğer sanatçı yalnızca kendi iç buhranını ya da kaosunu boşaltmak için bunu kullanmışsa bu böylece yansır dışarı. Ama güzel tarafı da dediğim gibi etkisinin doğrudan ve güçlü olmasıdır. Tabii ki herkes aynı resimden aynı oranda etkilenmez ama etkileneni de tamamen etkiler. Ve söz direk gördüğünüz şey değildir. Görünenin altında kat kat anlamı yükü vardır. Yanlış noktalara savrulmaması için de sorumluluk bilinciyle yapılması gerekir.
Haluk Özdenin sonraki dönem için planları nelerdir? Geleceğe atfeden işler var mı bu sergide?
Onu hissediyorum ama çok emin değilim şu anda. Birkaç tanesinde farklılaşmaya giden bir çizgi var ama onu önümüzdeki süreçte göreceğiz.
Serginizin küratörü Yahşi Baraz’la yolunuz nasıl kesişti?
Yahşi Bey’le sekiz dokuz senedir tanışırız. Zaman zaman biraraya gelirdik fuar ve sergiler için. Bu sergimin de küratörlüğünü üstlendi. Kendisi Türkiye’de çağdaş sanatın gelişmesini, izleyiciyle buluşmasını ve alıcı ilgisinin de sağlanması koşullarını yaratan önemli bir isimdir.
Günseli İnal da sergi katalogunuzun giriş yazısını yazdı…
Kendisi beni çok iyi algıladı ve doğru sözcüklerle, oldukça üst ve derin bir dil üzerinden yorumlayarak yazdı. Birkaç defa okunması gereken bir yazı oldu bence.
Son olarak?
Bence tek bir öğreti ve kaynak vardır. O özdür ama farklı coğrafya ve toplumlarda başka renklerle ve ifadelerle aktarılır. Semboller farklılaşabilir ama sembollerin arkasındaki mana önemlidir. Bunun keşfedilmesi ve doğru aktarımı da esas olandır.