Hat Sanatı Tarihi
Yazı, insanlar arasında ses unsuru olmaksızın iletişimi sağlayan işaretlerin tamamı olarak tanımlanabilir. Tarihe baktığımızda insanların yaşamları boyunca böyle bir iletişim için çeşitli yazı türleri kullandıklarını görmekteyiz. Toplumların kültür mirasının geçmişten nesillere aktarılması, bilinmesi, tanınması ve değerlendirilmesi de yazı vasıtasıyla olmaktadır.
İnsanlığın tarihi kadar eski olan yazı, yüzyıllarca çok yavaş bir şekilde gelişmiştir. Yazı ilk kez insanların, resimleri işaret olarak kullanmaya başlamalarıyla ortaya çıkmıştır. İnsanoğlu tarihin ilk çağlarından itibaren, duygu ve düşüncelerini ifade etmek için, gerek mağara duvarlarına çizdikleri resimlerle, gerek kayalara oydukları figürlerle gelecek nesillere tarihten birer armağan sunmuşlardır.
Böylece, duygular, heyecanlar, sevinçler sanatın doğmasına vesile olmuş ve çeşitli sanat dalları ortaya çıkmıştır. Sonraları bu işaret-resim gelişerek Sümer çivi yazıları, Mısır hiyeroglifleri, Mezopotamya ve Çin yazıları gibi yazı sistemleri oluşmuştur.
İnsanoğlunun yeryüzündeki serüveninde tarih öncesi ile tarihi ayırt eden yazı, kültürün ve uygarlığın gelişmesinde oynadığı rol kadar bir sanat olarak da değer kazanmıştır. Bu yargı kuşkusuz tarih boyunca icat edilmiş bütün alfabeleri kapsamaz. Her alfabeyi kullanan topluluk yazısını sıradan ya da özenle yazmıştır. Ama yalnızca özenli olmak yazıyı sanat düzeyine yükseltemez. Harflerin karakterlerinin de buna elverişli olması, plastik nitelikler taşıması gerekir.
Bugüne kadar iki büyük kültürün alfabesi sanat değeri kazanmıştır: Çin alfabesi ile Arap alfabesi. Yazıdan doğan hat sanatında yazı, diğer işlevlerini bir yana iterek hattatın kendi duyarlığını anlatmaya yarayan biçimsel ve plastik bir yaratıcılığın dayanağı durumuna gelmiş ve Çin de bu sanat eski dikilitaşlardan bugünün duvar ilanlarına kadar yaşamın bütün alanlarına girmiştir.
Çin Yazısı IV.yy.dan beri üç ana üslupta ele alındı. Düzgün (Kaişu), yarı işlek (Şingsu) , işlek (tsaosu). Yazı sanatının tarihi ve gelişimi bu sanatı devamlı uygulamış olan Çin İmparatorluğunun aydınlar yönetimine sıkı sıkıya bağlıdır. Saygınlığı ve en büyük uygulayıcıları da bu gelişmelerden doğmuştur. Vang Şici (321-379) oğlu Vang Şianci (344-388) Huaiasu (725-785) Su Dongpo (1036-1101) ve Mi Fu (1051-1107), Vın Cingming (1470-1559) ve Dong Çiçang (1555-1636) vb. Japonyada , Kore ve Vietnamda olduğu gibi V-Vl.yy.lara doğru Çin Hat sanatı benimsendi. Ancak zamanla duygusal izler taşıyan dekoratif bir boyuta sahip özgün bir üslup geliştirildi.
Temelde resim özellikleri taşıyan Çin alfabesinin sanata dönüşmesini anlamak daha kolaydır. Arap alfabesi ise 7. yüzyılda İslam kültürünün ortak iletişim aracı durumuna geldikten sonraki üç yüzyıl boyunca genişleyen bir coğrafyada ve bu kültüre katılan farklı kavimlerin estetik katkılarıyla sanat yazısı durumuna yükselmiştir.
İlk döneminde yazı, objelerle birlikte soyut fikirleri de hatırlatıyordu. Zamanla dille ilişkilendirilerek her ses için bir simge, ardından hece sistemi, derken Fenike’de alfabe oluşturuldu. Yunanlılar bu alfabeye ünlü sesler ekleyerek Latin alfabesinin ve modern alfabenin kullanımını başlattılar. Tarihin kaydedilmesi yönüyle ve insanlığın hafızasını oluşturması bakımından yazı, insanlığın en önemli icatlarındandır.
Değişkenlik özelliği olmayan, belli şekillerden oluşan Latin harflerine ve güçlü estetik çizimine rağmen, ayrı harf gruplarından meydana gelen Uzakdoğu yazılarına karşın, oldukça farklı bir uyum içinde olan Arap harfleri de, aslı Fenike yazısına dayanan , Sami ırkından olan ve bugünkü Ürdün’ün batısıyla, Lut Gölü’nün güneyinde yaşayan Nabatiler’in bitişik Nabat yazısının bir devamıdır. Bu kavim ortadan kalktıktan sonra Araplar onların yazısını benimsediler.
Hz.Muhammed’in doğumundan iki yıl önce 568’de yazılmış bir kiliseye ait olan Harran yazıtlarındaki hattın ilkel Arap yazısıyla benzerlikler gösterdiği görülmüştür. İslamiyetten önceki yakın tarihlere ilişkin öteki yazıtlarda ve papirüslere yazılmış metinlerde harflerin bir bölümünün köşeli, bir bölümünün de yuvarlak oluşu, başlangıçta arap hattının da bu iki özelliği taşıdığını gösterir.Arap bilgini Kalkaşandi (XIV.yy.) Nabati hattının Irak’ta ki Enbar ve Hire kentlerine, ticaretle de 6.yy. sonların da Orta Arabistan’a Mekke’ye geldiğini bildirir.
Arap bilginler arap hattına, yazıldığı ve kullanıldığı yerlere göre çeşitli adlar verdiler. Kimi bilginler bu yazının temelini (yanlış olarak) G.Arabistan’da yaşayan Himyeri Krallığı’nın müsned adlı yazısına dayandırdıklarından, ona önceleri “kopma, ayrılma” anlamına gelen cezm adını verdiler. Oysa Himyeri hattında her harf, latin yazısında olduğu gibi bağımsızdır. 7. yy. başlarına kadar harfler, ayrı ayrı yazılmaktayken sonraları hareket ve değişikliğe oldukça müsait olan Arap harflerine hareket kazandırıldı ve karakterleri birbirinden ayırt edebilmek için noktalama işaretleri, birbirlerine bağlamak için de kurallar konuldu. Bununla birlikte, aynı kelimeler veya aynı cümlelerle farklı kompozisyonlar oluşturabilme imkanı, bu yazının bir sanat dalı haline gelmesini sağladı.
Arap harfleri çerçevesinde oluşmuş güzel yazı sanatına Hat Sanatı’nın çıkış noktası denebilir. Bu sanat, Arap harflerinin 6. – 10. yy arasında geçirdiği uzunca bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Daha öncede belirttiğimiz gibi Arap alfabesi İslam öncesi dönemde Kuzey Arabistan ve Filistin’de yaşamış bir kavim olan Nabatilerin kullandığı alfabeden türemiştir.
Bu alfabe Araplarca benimsendikten sonra Arap yazısı 6. ve 7. yy’da hızla gelişim göstermiş ve hicretten sonra sağdan sola doğru yazılan 28 harfli iki ana tip meydana gelmiştir. İslâmiyetin ilk dönemlerinde geometrik karakterli tamamen düz ve köşeli çizgilerle yazılan Kufî yazı kullanılmış olsada, hicreti takip eden yıllarda Arap yazısı büyük değişiklikler geçirerek farklı isimlerle anılmaya başlamıştır. İslam dininin yayılmasından sonraki dönemlerde ise daha çok kullanıldığı yerlerde aldığı değişik biçimlere göre Arap hattı, Mekke’de kullanıldığı gibi Hatt-ı Mekki, Medine’de kullanıldığı için de Hatt-ı Medeni olarak adlandırıldı. Bu tarihlerde yazı Mâil (dikey harfleri uzun ve sağa doğru eğik) ve Meşk (yatay harfleri fazlaca uzun) olarak iki usluba ayrıldı..
İşlendiği bölgeye göre muhtelif isimler alarak gelişen Arap hattında zamanla yazı, iki tarza ayrıldı: Sert köşeli olanı mushaflara ve kalıcı yazışmalara tahsis edilerek, en ziyade Kufe’de işlendiği için kufi adıyla anılmaya başlandı. Süratli yazılabilen ve sert köşeli olmayan diğer tarz ise günlük işlerde kullanıldı; yuvarlak ve yumuşak karakterinden dolayı sanat icrasına uygun bir hal aldı. Yeni yazı cinslerinin bazıları, nisbet ifade eden isimlerinden de anlaşılacağı gibi, tomar hattı esas alınarak onun muayyen nisbette (yarım, üçte bir, üçte iki) küçültülmüş kalemiyle yazılıyor, bu küçülmede yazılar yeni hususiyetler kazanırken, yazma aletinin adı olan kalem bu nisbete dayanılarak hat manasına da kullanılıyordu.
Hazret-i Muhammed’den ve Kur’an-ı Kerim’in toplanmasından sonra, çok sayıda katip yetişmiş, yazı da, doğal olarak büyük aşamalar göstererek bu gün mimarlık, bezeme ve musiki gibi önemli bir sanat kolu olmuştur. İslam’ın kitap haline getirilen ilk metni olan Kur’an, işte bu Mekki, Medeni hatla deri (parşomen) üstüne siyah mürekkeple, noktasız ve harekesiz biçimde yazılmıştı ki, bu ilk örneklerde, elbette sanat özelliği aranılmamıştır. Başlangıçta Ma’kıli denilen basit ve düz çizgilerden oluşan yazıdan, birçok yazı türüne kaynak olmuş, yazıların anası denen Kufi hatta geçilmiştir. Halife Hz. Osman ve Hz.Ali’nin yazının gelişmesinde büyük katkıları olmuştur.
Emeviler döneminde (661-750) İslam devletinin sınırları Türkistan’dan Endülüs’e kadar uzanırken arap yazısı çeşitli İslam ülkeleri tarafından kullanılan ortak bir yazı haline geldi ve İslam Hattı olarak anılmaya başlandı. Emeviler’in son dönemlerinde hatt-ı küfi değişikliğe uğradı ve harflerin köşeli biçimleri yuvarlaklık kazanmaya başladı.
Abbasiler devrinde gittikçe gelişen ilim ve sanat hareketleri sayesinde büyük merkezlerde ve bilhassa Bağdad’da kitap merakı ve bunları yazarak çoğaltan “verrak”lar artmıştı. İşte bunların kitap yazımında kullandıkları yazıya Verraki, Muhakkak veya Iraki deniliyordu. 8. asır sonlarından itibaren hat sanatkarlarının güzeli arama gayreti neticesi ölçülü olarak şekillenen yazılar asli ve mevzun hat ismiyle de anılmaya başlandı.
Bu yazıları ileri bir merhaleye eriştirenler arasında, ayrı bir mevkii olan İbn Mukle, hattın nizam ve ahengini kaidelere bağladı. Bu yazılara “nisbetli yazı” manasına mensub hattı denildi. Aklam-ı sitte, hattat İbni Mukle’nin (886-940) yazılarında belirli kurallara kavuştu. Yazıda güzelliğin sağlanması için sanatçı noktayı, elifi, ve daireyi ölçü kabul etmiş ve bu ana ölçüler içinde yazmıştır. Sülüs ve Nesih yazılarının tarafından ortaya konması ile, İbn-i Mukle Kufi yazıdan Sülüs ve Nesh yazıya geçiş dönemini başlatmıştır. Yazı da ki gelişme zamanla ve sırayla Sülüs, Celi, Nesih ve Talik daha sonrada Divanî, Siyakat, Rik’a, Reyhanî ve diğer yazı türleri şeklinde olmuştur. Aklam-ı Sitte ya da Şeş-Kalem denen altı çeşit yazıyı düzenleyen bu sanatçının günümüze ulaşan herhangi bir eseri malesef bulunmamaktadır.
Bu gelişmeler olurken Kufi hattı da bilhassa mushaf yazılmasında parlak devrini sürüyordu. Yayıldığı nisbette farklılıklar gösteren Kufi, kuzey Afrika ülkelerinde daha yuvarlaklaşarak bilhassa Endülüs’te ve Mağrip’te Mağribi adıyla hükümranlığını korudu. Daha çok abidelerde görünen iri Kufi hattı da, bazı tezyini unsurlarla birlikte, dekoratif bir mahiyet kazandı. Mensub hattının yukarıda verraki adıyla geçen ve umumiyetle kitap yazımına mahsus olup bu sebeple neshi de denilen şeklinden, XI.Asrın başlarında Muhakkak, Reyhani, ve Nesih hatları doğdu. Bu yüzyılda yetişen devrin parlak ismi İbn-i Bevvab adıyla tanınan Bağdatlı Ahmet b.Hilal, hocası İbn Mukle’nin iyi harflerini seçmiş, daha canlı ve kıvrak bir üslup geliştirerek İbn-i Mukle yolunu değiştirmiştir. Muhakkak ve Reyhani yazılarını bulup, kurallarını belirleyen hattatın üslubu, XIII. Asır ortalarına kadar sürdü. İbn-i Bevvab döneminde yazı estetik güzellik yoluna girmiş olup, yazdığı Kur’an-ı Kerim halen Dublin’de Chester Beatty Kütüphanesindedir.
Bilinen ilk büyük Türk hattatı ise Amasyalı Yakut el Musta’sımi (13.yy) hat yeteneği ve yazı becerisi ile halifesinin saygısını kazanmıştır. Bu hattat hem okunaklı, hem de resim gibi güzel yazı türleri hazırlayarak Hat Sanatı tarihine geçmiştir. İlk kez bu Türk usta, Arap/İslâm yazısına okunaklılık ve estetik bir görünüm kazandırmış ve onu sağlam bir temele oturtmuştur. Musta’sımiye (1299) gelinceye kadar kamış kalemin ağzı düz kesilirken, Yakut eğri keserek, Aklam-ı Sitte’yi kurallara bağlayıp, yazı sanatına yeni bir görünüş kazandırmış, diğer hattatlar ise onu izlemek durumunda kalmışlar.
Yakut el Musta’sımi’nin Anadolu’daki etkisi esasen 13. yy. ortalarından başlayıp, Sultan II. Bayezid’in baş hattatı Şeyh Hamdullah zamanına (15.yy ortalarına) kadar sürse de bu ekolün etkisini Kanuni devrine kadar devam ettiren, dönemin büyük hattatı Ahmet Şemseddin Karahisari olmuştur. Yakut’un, İslâm dünyasında yaygınlaşan bu yazı sitilini (Yakut Ekolü) pek çok öğrencisi ve Osmanlı hattatları da kullanmıştır. Yakut’un yetiştirmiş olduğu hat sanatkarları onun meydana getirdiği bu yeni gelişmiş yazı biçimini bütün İslam dünyasına yaymayı başarmışlar ve güzel yazı, bilim eserleri ile daha geniş alana yayılmıştır. Aklam-ı Sittenin bütün kaideleriyle hat sanatındaki mevkiini alışıyla bugüne sadece isimleri kalmış bulunan birçok hat cinside unutulmuş oldu (Scillat, Dibac, Zenbur, Mufattab, Harem, Lului, Muallak, Mürsel vb).
Hat sanatı, Abbasilerden sonra Türklerin ve İranlıların elinde gelişmesini sürdürmüş. Türklerin, İslamiyeti kabul ettikten sonra kullanmaya başladıkları Arap asıllı Türk alfabesi on asır Türk dünyasında geçerli olmuştur. Türkler hat sanatıyla Anadolu’ya geldikten sonra ilgilenmeye başlamışlar, Arap yazısının üstün bir estetik düzeye ulaşmasını sağlamışlar ve onu güzel sanatların bir dalı haline getirmişlerdir. İbnü’l Emin Mahmut Kemal İnal diyor ki: “ Türkler zevk-i selim erbabını hayran ve sitayişhan edecek dercede zarif, latif, metin, dilnişin, nefis, nazar rüba yazılar yazmışlardır ki Arap, acem ve diğer müslüman milletler arasında ortaya çıkan hattatlar hiçbir devirde bu mertebeye yaklaşamamışlardır.” Bu sanat alanında en parlak dönemlerini de Osmanlılar zamanında yaşadılar. İslam bilim ve uygarlığına en yüce, en değerli eserlerin kazandırılması hizmetini başarmışlardır.
Büyük Selçuklulardan Anadolu Selçukluları’na uzanan sürece bakıldığında ilmi ve sanatı seven hükümdar I.Keykubat Alaaddin zamanında Konya bir ilim, irfan ve sanat merkezi haline gelmiş, Mevlâna Celâleddin, Muhyiddin Arabi gibi büyük şahsiyetler bu devirde Konya’ya gelmiş ; bilginler, şairler ve sanatkârlar yakın bir ilgi görmüşlerdir. Selçukluların Anadolu’nun bir çok şehirlerinde imar hareketlerine ve süslemelere rastlansa da, bu kadar sanatı ve sanatkarı seven bir hükümdar döneminde harici ve dâhili düşmanlarla uğraşmak mecburiyetinde kaldıkları için hat sanatında kullandıkları yazı türlerinde farklılık görülmemektedir diye değerlendirilmektedir. Bu dönemde kullanılan yazı türleri Sülüs, Nesih, Muhakkak ve Reyhani’dir. Mevlana Müzesi’nde sergilenen Ebulizz Ömer Bin Ali tarafından Muhakkak ve Reyhani hattıyla yazılmış olan Kur’an (1206) Selçuklu döneminin seçkin örneklerinden biridir.
Osmanlı hattının Türk zevkini yansıtan bir üslup olarak ortaya çıkması 15.yüzyıl sonlarını bulur. Dönemin ünlü hattatları Ahmet Şemseddin Karahisari, Yakut el-Musta’sımi ve Şeyh Hamdullah’tır. Hat sanatında 15.yy da yeni bir çığır açan Şeyh Hamdullah, Sülüs ve Nesih yazılarının estetik kurallarını belirlemiştir. Şehzadeliğinde 28 yıl Amasya’da vali olarak bulunan Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Beyazid kendisinden hat dersi alarak Şeyhi onurlandırmıştır. Amasyalı Şeyh Hamdullah beşyüz yılda binlerce hattatın başarıyla geliştirdiği sitili en üst düzeye ulaştırmış, Şeyh Üslubu denilen okulun oluşmasına neden olmuştur (1429-1520).
Yakut el Mustasımi’nin koyduğu kurallarda bazı değişiklikler yaparak Arap yazısına daha sıcak, daha yumuşak bir görünüm kazandırmıştır. Aklam-ı Sitte, yani 6 esas yazı diye bilinen yazı türlerini, herbirinden örnekler çıkartıp yanlarına kurallarını yazarak bir murakka içinde toplamıştır. Türk hat sanatının kurucusu sayılan Şeyh Hamdullah’ın üslup ve anlayışı 17.yüzyıla kadar sürmüş ve hattatlar birbirleriyle yarışırcasına Şeyh’in üslubunu taklit etmişlerdir. Padişah II.Beyazıd Hocası Şeyh Hamdullah yazı yazarken hokkasını ayakta olarak elinde tutacak kadar saygı göstermiş, değer vermiştir. Şeyh Hamdullah’dan günümüze kalan en önemli yapıtlar, İstanbul Beyazıt Cami-i’nin cümle kapısının üstündeki yazıtla, Amasya Beyazıt Cami-i’nin yazıtıdır.
Türkler tarafından bulunan 15.yy’da Tacüddin adlı hattat tarafından geliştirilerek, 19. ve 20. yüzyılda en güzel örnekleri veren Divanî yazı, adından da anlaşılacağı gibi Divan-ı Hümayun kararlarının yazıldığı, resmi belgelerde (ferman, menşur, berat ve anlaşmalarda…) kullanılmak üzere geliştirilmiştir bir yazı türüdür. Aklamı sitte ve Ta’lik yazının kurallarını nerdeyse ters yüz eden, harflerin iç içe geçtiği, uzun ve kısa keşidelerle (çizgilerle) dolu bu yazının yazılması kadar okunması da güçtür. Yazılmasındaki güçlük nedeniyle taklidi de zordur ve bu bakımdan resmi belgelerde kullanılmış olması anlamlıdır. Bu yazıda harfler sola aşağıya doğru eğiktir. Satır sonları da hafifçe yukarıya doğru yükselir. Bütün harfler birbirleri ile birleştiği için okunması ve yazılması güçtür. Divaninin irisi anlamındaki Celi Divani, daha kalın, geniş uçlu kalemle yazılır. Harfleri farklı ve süslüdür. Divani gibi Divanı hümayun’dan çıkan ferman, berat, menşur ve temliknamelerde, anlaşmalarda kullanılan bu yazıya II.Mehmet’ten (Fatih Sultan Mehmet) sonra rastlanır.
16. yy.’ın ünlü ve en önemli hattatı, yazının yalnız üslubunda değil tekniğinde de yenilikler getiren Ahmet Karahisari’dir.(1468-1556) Esadullah Kirmani’nin talebesidir. Altını mürekkep gibi kullanarak yazı yazmak, altın yaldız harflerin dışını siyah çizgi ile belirlemek ilk kez onun uyguladığı yeniliklerdir. Oğlu Hasan Çelebi de büyük bir hat ustasıdır. En önemli eserleri İstanbul Süleymaniye ve Edirne Selimiye camilerinde bulunan yazılardır. Ahmedi Karahisarı (Ö:1556) Yakut el Musta’sımî’nin üslubunu doruk noktasına ulaştırmıştır. Son derece değişik, aşılması bir yana taklidi bile zor bir üslubun sahibi olan Ahmedi Karahisarı’nin öğrencileri bile bu yüzden ölümünden sonra Şeyh Hamdullah’ın izinden yürümüşlerdir.
17. yy. Osmanlı sanat ve kültürünün zirveye ulaştığı dönemdir. Osmanlı hat sanatında klasik üslub 17. yüzyılın ikinci yarısında, olgunlaşmaya başlarken, hat tarihinde ikinci bir Türk yazı ekolü yaratan, yeni bir üslup, “Hafız Osman” (1642-1698), ekolü olarak ortaya çıkar. Sultan 3. Ahmet ve Sultan 2. Mahmut’a hocalık etmiş olan Şeyh Sani (ikinci Şeyh) ünvanı verilen hattat Hafız Osman’dır. Hafız Osman Arap yazısına estetik bakımdan en olgun biçimini kazandırmış, isimleri halen anılır bir çok hattat yetiştirmiş ve bu yeni üslup ile verdiği önemli eserler sayesinde kendisinden sonra yetişen hattatların hepsi Hafız Osman’ı izlemişlerdir. Bu ekolün devam ettirenler arasında Derviş Ali, Yedikule’li Seyyid Abdullah, Eğrikapılı Rasim ve İsmail Zühdi Efendi gibi şöhret bulmuş isimler zikredilebilir.
Anadolu’ya İran’lı İmad’ın talebesi Buharalı Derviş Abdi tarafından getirilen ve 9. yy.’a kadar İran etkisinde olan talik yazı, Mehmet Yesari Efendi ve oğlu Yesarizade Mustafa İzzet Efendi tarafından Türk zevkinin katılmasıyla gelişmiş ve yepyeni bir görünüm kazanmıştır. Diğer yazı türlerinin aksine Ta’lik yazı, harekelere (Arapçada harflerin kısa seslendirilmesinde kullanılan işaretler) yer verilmeden, çıplak ve sade bir görünüşle yazılır ve bu sebeple Türkçeye de uyumlu gelir.
Sanat eserleri dışında divanların, şer’i ve kazai hükümlerin kaleme alınmasında geniş bir kullanılma sahası bulmuş olan ve Aklamı Sitte’nin dışında kalan Talik yazı İranlılar tarafından bulunmuştur. Sultan Aliyyi Tebrizi’nin ‘kaz’ın gaga, boyun, kanat ve göğsündeki şekillerden esinlenerek icad ettiği bu yazı daha sonraları İmad tarafından en üst düzeye eriştirilmiştir. Doğuş sahası İran olan kadim Ta’lik hattının çokça işlenmesi sonunda geçirdiği safhalar, onda değişikliğe sebep olmuş ve bu yeni yazı nevine herhalde ta’likı ortadan kaldırdığı için Nesh Ta’lik adı verilmiştir. Zamanla nesta’like dönüşen bu ismi benimsemeyip Ta’lik adını tercih eden Osmanlılarda, yazının isminde olduğu kadar, tavrında da farklılıklar doğmuştur.
15. yy’ın ikinci yarısından başlayarak, bilhassa ince (hürde, hafi) şekliyle kitaplarda görülmeye başlanan Ta’lik hattı, Nesta’lik üslubuna bağlı kalınmak suretiyle Osmanlı topraklarında da yayılmıştır. İran’ın büyük ismi Mir İmadü’l-Haseni’nin mükemmel tavrı, onun öğrencisi Derviş Abdi eliyle İstanbul’a getirilmiş ve sanat çevrelerinde hemen benimsenmiştir. Bu sebeple 18. yy’da eser veren Durmuşzade Ahmed, Katibzade Mehmed Refı’, Şeyhülislam Veliyüddin Efendiler gibi Osmanlı Ta’lik hattattan hep İmad-ı Rum (Anadolu’nun İmad’ı) veya İmad-ı Sani (İkinci İmad) ünvanlarıyla anılmışlardır.
Dedezade Mehmed Efendi’nin yetiştirdiği ve sağ tarafı felçli olduğundan sol eliyle yazdığı için Yesari lakabıyla anılan Mehmed Es’ad Efendi, İmad’ın yazılarını bir estetik kıymetlendirmeye tabi tutmuş; yaptığı isabetli seçimle 1780’de ortaya çıkan yeni tavır, artık Osmanlı Ta’lik üslubu olmuştur. Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’de, babasının noksanlarını tamamlayarak bilhassa Celi Ta’lik hattında emsalsiz bir yol almış ve çok eserler vermiştir. Aynı yolu daha da titizlikle sürdüren Sami Efendi ise, Nazif Bey, Hulusi Yazgan, Ömer Vasfı ve Necmeddin Okyay gibi kıymetli öğrencileriyle bu güzelliği Türkiye Cumhuriyeti yıllarına kadar aktarmıştır.
18. yy. da Sultan II. Mustafa, III. Ahmet ve diğerleri hat sanatı hayranı olduğu için bu devirde de pek çok seçkin hattat yetişmiştir. En güzel tuğraların yanı sıra Sülüs, Nesih ve Celi tekniği ile yazılmış çok sayıda eser bırakılmıştır. Osmanlıda kitap ve murakkaların dışında, Aklamı sitte yazıları kitabe ve levhalarda da kullanılmış ve normalden büyük yazılan bu yazılara Celi Yazı adı verilmiştir. Celi yazı adı sadece, Muhakkak, Sülüs ve Nesih için kullanılmaktadır. Bursa’da Ulu Camii ve Yeşil Camii yazıları, Osmanlı celisinin ilk habercisi sayılır. Celi yazının gelişmesi Ali bin Yahya Sofi ile başlamıştır.
Türk hat sanatı 19. yy. da altıyüz yıldır sürdüğü gelişimin zirvesine ulaşmıştır. Osmanlı Sarayı, hattatları himaye etmeye, güzel yazıya büyük değer vermeye devam etmiştir. 19. yy.’da sülüs ve celi yazıda iki okul adı geçer, Mustafa Rakım ve Mahmut Celalettin okulları. Mahmut Celalettin Hafız Osman’nın yazılarına bakarak kendini yetiştirmiş harekeleri daha da inceltip, sert, küt ama keskin Sülüsleri ile Şeyh ve Hafız üsluplarından ayrı bir ekolün temsilcisi olmuştur. Mustafa Rakım Efendi ve onun izinden giden Kazasker Mustafa İzzet Efendi celi yazıda ekol sahibi isimlerdir. Mehmet Şevki Efendi 19.yy.’da Sülüs ve Nesih’te en güzel harf ve terkiplerin yazılarında buluştuğu son ekol olmuştur.
Osmanlıda yaklaşık 1878’e değin maliye tapu ve evkaf kayıtlarında kullanılmış olan Kûfi kökenli Siyakat hattının sanatsal bir değeri olmayıp, bu yazının okunması bilgi ve deneyime bağlıdır. Bu yüzden hesaplarda gizliliği korumak amacıyla bulunduğu ve kullanıldığı rivayet edilir. Osmanlılar tarafından bulunan bu yazı türü 19. yüzyıl başından itibaren yaygın bir biçimde kullanılmıştır. Divanî yazıdan doğan Rık’a, harflerin küçülmesi, yakınlaşması, kavis ve eğimlerin azalmasıyla kolay bir yazı halini almış, resmi dairelerin günlük yazışmalarında, daha az önemli resmi belgelerde, hem de okur-yazar her kesin kullandığı “el yazısı” olmuştur.
Rik’a hattı olarak adlandırılan bu yazı türü günlük el yazısının her yazanın elinde kazandığı farklılık neticesi, 19. yy’da bu da bir nizama bağlanmış ve özenli yazılması için kurallar konmuştur. Resmi ve süratli yazışmalarda kullanılmakta olan Bab-ı Ali Rik’ ası ya da, sıkı kaidelere bağlı olan, mucidinin adıyla Mümtaz Efendi Rik’ası denilen üslup, Mektebi Sultan (bugün Galatasaray Lisesi) hat hocası Mehmed İzzet Efendi tarafından hayli değiştirilerek mükemmelleştirilmiş, bir sanat yazısı haline getirilmiştir.
Türklerde hattın bir sanat durumuna gelmesi ve özellikle bazı yorumcuların “Türk Hattı” diye niteleyebileceği bir yazı üslubunun ortaya çıkışı Fatih Sultan Mehmet döneminde gerçekleşmiştir. Kuruluşundan itibaren, devletin resmi yazısı olarak Tevki, nadiren de Rık’a, hattına yer veren Osmanlılar, Fatih’in Akkoyunlularla savaşması (1462) sonunda, onların divan katiplerinin İstanbul’a getirilişiyle Ta’lik hattını tanımaya başladılar.
Anılan yazının kısa zamanda büyük bir değişikliğe uğramasıyla divani hattı Osmanlı karakterini kazanmış olarak ortaya çıktı; bunun harekelerle bezenmiş ve daha gelişmiş şekli de Celi adıyla üst seviyedeki resmi yazışmalara 16. yy’dan itibaren tahsis olundu. Resmi işler haricinde kullanılmasına cevaz verilmeyen ve sadece Divan-ı Hümayun’da öğretilen her iki yazı da, bilhassa 19. yy’da en mükemmel seviyesine ulaşıp, bu hal 20.yy’da da devam etti. Okuyup yazılması diğer yazı nevilerine göre çetrefil olan ve satır sonları yükseltilerek bitirilen bu iki devlet yazısı, kolay okunmanın ve araya birşey yazılıp da tahrifata uğratılmanın önüne geçmek için özellikle seçilmiş, resmi yazışmalar da böylece güvenlik açısından teminat altına alınarak korunmuştur.
Padişahın bütün yazılı emirlerinin (ferman, berat, menşur …) üstünde kendisinin ve babasının isimlerinin “el muzaffer daima” duasıyla birlikte yer aldığı tuğra şeklinin Osmanlılardaki en iptidai örneğine Orhan Gazi’de rastlanır(1324). 15. ve hele 16.yy’da mutena tezhipli örneklerine hala hayranlık duyulan padişah tuğraları, zaman içinde görünüşüyle bozulmuş ve 18. yy sonlarında yeni bir nisbet arayışına girilmiştir . Mustafa Rakım’ın, III. Selim’den itibaren tuğra şeklinde ki ıslah çalışması II.Mahmud tuğrasında belirgin bir görünüş kazanmıştır. Daha sonra Sami Efendi’nin elinde, matematik ve estetik kavramlarının işbirliğiyle, tuğra son şeklini II. Abdülhamid zamanın da almıştır. Tuğranın son büyük ustası “Tuğrakeş” namı ile İsmail Hakkı Altunbezer olmuştur.
İslâm sanatının, “Hat’ta Rönesans” (yeniden doğuş) denen dönemi Osmanlı Türk toplumunda ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Saraydan Tekkelere uzanan, camî levhalarında, kitabelerde, saray, çeşme süsleme seramiklerinde, mezar taşlarında, sanduka ahşaplarında, dokuma kumaşta, işlemede ve yazmada kendini gösteren hat sanatı, Osmanlı için en önemli sanat kollarından biri durumuna gelmiştir.
İslamiyette resim sanatına rağbet edilmediğinden diğer geleneksel sanatlarımızla birlikte hat sanatına da çok önem verilmiş ve böylece olağanüstü güzel ve kendine has üsluplar ile bu sanat dalı gelişimini sürdürmüştür. Türk hükümdarları ve üst düzey yöneticiler hat sanatı ile bizzat ilgilenmişlerdir. Hatta birçok Osmanlı padişahı halkı teşvik etmek amacıyla bu sanat dalı ile uğraşıp değerli eserler yazmışlardır. Zamanla İmparatorluğun gelişmesine paralel olarak hat sanatı da, en üst düzeye ulaşmıştır. Bu gün camilerimiz, müzelerimiz kütüphanelerimiz birbirinden değerli bu güzel eserler ile devir alınan mirası yansıtmaktadırlar.
Meşrutiyetin ilanından hemen once Rüşdi Mektepleri’nde Hüsn-ü Hat eğitimi verilmekteydi. Ancak bu eğitim yeterli değildi ve dolayısıyla bu dönemde yetişmesi arzu edilen düzeyde sanatçıların yetişmesi mümkün olmadı. Meşrutiyet döneminde ise beklenen gelişme yine olamadı. Çünkü bu kez de baskı tekniği ve matbaacılık, hat sanatını olumsuz yönde etkiledi. Yazı yazarak geçimlerini sağlayan hattatlar, artık geçinemez hale geldiler. Ancak sanatseverlerin himayesi ile hattatların bir bölümünün ayakta kalabilmeleri sağlandı. Bu dönemdeki okur yazar kesimin sayıca azlığı da bu sanatın icrasını zorlaştırmaktaydı. Bu arada her gün daha çok heba olan el yazması eserler, Evkaf – ı İslamiye Müzesi’nin kurulmasıyla birlikte muhafaza altına alındı ve burada hat eğitiminin devamına çalışıldı.
Cumhuriyet döneminde harf devrimiyle okur yazar sayısının artmasına karşın hat sanatına olan rağbette düşüşler göze çarpmaktadır. Medreseler ve hattat mekteplerinin kapanması da bu konuda etkili olmuştur. Hat sanatına bağlı olan tezhip, kağıtçılık, ciltçilik, kalem, makta ve benzeri araçların ticaretinin yanı sıra ebru ve altın ezme sanatları da geriledi. Beyazıt’ın, Mürekkebciler Kapısı denilen mahallesindeki dükkanlarda bunların hepsini birarada bulmak mümkündü. Sanayi-i Nefise Mektebi’nin yerine Güzel Sanatlar Akademisi kuruldu. Bu akademide yeniden hat, tezhip, ebru ve teclid sanatlarının eğitimine başlandı ve birçok önemli hat üstadının yetişmesi sağlandı.
I. Dünya Savaşı’ndan önce Şeyhülislam Hayrullah Efendinin öncülüğünde kurulan Medresetül Hattatin (Hattatin Medresesi, Hattatlar Medresesi) Cumhuriyet’in ilânından sonra Millî Eğitim Bakanlığına bağlanarak Şark Süsleme Sanatları Mektebi adını almıştır. Atatürk’ün emri ve Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ın talimatı üzerine, Şark Tezyini sanatlar Mektebi, Şark süsleme Bölümü, sonra da, Türk Süsleme Bölümü olarak, Temmuz 1936’da Güzel Sanatlar Akademisine bağlanır.
Bu gün büyük usta hattatların hat sanatına getirdikleri yeniliklere, kişisel üsluplarına baktığımızda onların yalnızca Türk Hat sanatının kurucuları olmadıklarını İslâm Hat sanatında yepyeni bir “el” yepyeni bir üslup olarak çığır açtıklarını görebiliyoruz. Yazılan ibare ya da metin her ne olursa olsun eserlere baktığımızda yazı, sözcük boyutunun ötesinde bir dil ile zaman zaman sanatsal anlamda varlığını ortaya koymaktadır. Türklerin bu sanata sağladıkları katkı ve gelişme “Kur’an Hicaz’da nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” denmesine neden olacak kadar önemli bir yer tutar.
Türk hat sanatı için 19. yy ve 20. yy. başları aktif bir dönem olarak tanımlanabilir. 1928’de Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş ile bu sanat toplumda icra edilen yaygın bir sanat olmaktan ziyade gönüllüleri veya talep edenlerini sabırları ile zevk ve üsluplarının buluştuğu çeşitli eğitim kurumlarında, usta-çırak eğitimi şeklinde atelyelerde öğretilen geleneksel bir sanat durumuna geldi.
KAYNAKÇA
Alparslan,Ali. Osmanlı Hat Sanatı Tarihi. İstanbul:1999.
Alparslan, Ali. Ünlü Türk Hattatları. Ankara:1992.
Arseven,Celal Esad. Türk Sanat Tarihi Menşeinden Bugüne Kadar Mimari Heykel Resim Süsleme ve Tezyini Sanatları. İstanbul
Ayverdi, Ekrem Hakkı. Fatih Devri Hattatları ve Hat Sanatı. İstanbul: İstanbul Matbaası,1953.
Baltacıoğlu, İsmail Hakkı. Türklerde Yazı Sanatı. Ankara: 1958.
Boydaş, Nihat. Osmanlı Tuğralarına Eleştiri Açısından Bir Bakış.
Derman, M. Uğur. “Osmanlı” Osmanlı Türklerinde Hat Sanatı. C.2. Ankara: 1999.
Derman, M. Uğur. Türk Hat Sanatının Şaheserleri. İstanbul: 1982.
Efe, Ahmet .Osmanlı Padişahları. Konya: 1996.
Habip, Mirza Bey. Hat ve Hattattan. İstanbul: 1888.M.Ebüzziya Bey (baskı)
Keten, İsmet .Tuğra Hat Sanatı. Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi / IRCICA / 1998
Rado, Şevket. “Türk Hattatları” XV. Yüzyıldan Günümüze Kadar Gelmiş Ünlü Hattatların Hayatları ve Yazılarından Örenekler. İstanbul: 1984.
Serin, Muhiddin. Hat Sanatımız. İstanbul: 1982.
Serin, Muhiddin. “Osmanlı” Osmanlı Hat Sanatı. C.2. Ankara: 1993.
Subaşı, Hüsrev. Geleneksel Türk El Sanatlarından Yazıya Giriş. İstanbul:Pamuk Ofset, 1997.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü. Broşür. Ankara.
Umur, S. Osmanlı Padişah Tuğraları. İstanbul: Cem Yayınevi, 1980.
Ülker, Muammer. Başlanıcından Günümüze Türk Hat Sanatı. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1987.
Ünver, A. Süheyl. Türk Yazı Çeşitleri ve Faideli Bazı Bilgiler. İstanbul:1953. Varan’la Yol Boyunca. S. 55, Şubat 2001.
Yazır, Mahmud Bedreddin. Medeniyet Aleminde Yazı ve İslam Medeniyetinde Kalem Güzeli. Uğur Derman (hzl.). C.1. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1972.
“Hattat Mustafa Râkım’da Celî Sülüs ve Tuğra Estetiği”, Yayımlanmamış Doktora Tezi . Atatürk Üniversitesi SBE, 1999.